KİTABIN ADI Bomba
KİTABIN YAZARI ÖMER SEYFETTİN
YAYIN EVİ İNKILAP YAYINEVİ
SAYFA SAYISI 80
KİTABIN KONUSU
Milli dil ve kültürüne yabancı yetişen kimliğini bulmasıdır.
KİTABIN ÖZETİ
Serin ve karanlık eylül gecesinin yıldızsız seması altında Selanik, sanki gündüz ki heyecanlardan, gürültülerden yorulmuş gibi, baygın ve sakin uyumaktadır. Rıhtım tenhadır. Olimpos Palas’ın, Kristal’in, Splandit Palas’ın, diğer küçük gazinoların lambaları çoktan sönmüştür. Tramvay yolunu tamir için yığılmış parke taşlarının ilerisinde, denize inen küçük merdivenin başında, hareketsiz bir gölge dimdik durmaktadır. Gölgenin sahibi tahsilini Paris’te bitirip daha sonra dolgun bir maaşla İzmir’e giden ve orada âşık olduğu güzel bir İtalyan kızı olan Grazia ile evlenen genç mühendis Kenan Bey’dir. Kenan Bey Türklüğe, yani medeniyetsizliğe karşı olan garezi Avrupalılara, onların adetlerine, ananelerine, terbiyelerine, cemiyetlerine hayran olan ve bunları uygulayan kişiliği ile tanınmaktadır. Nazik ve şendir. Savaşa tamamen karşıdır. İşte bu gece Kemal Bey kırk sekiz saat boyunca işittikleri, gördükleri gazetelerde okuduklarının etkisindedir. Son derece rahatsızdır. Çünkü savaş çıkmıştır. İtalya Trablus’a saldırmıştır. Hayran olduğu, insaniyete hizmet ettiğine inandığı Avrupalıların önceden önem vermediği hatta bazen çok doğal bulduğu hareketleri aklına gelmektedir. İlk Fransa’yı hatırlar. Daima fazilete, insaniyete hizmet ettiğini haykıran bu millet, yüz senedir Afrika’yı kana boyamakta, masum, silahsız insanları öldürmekte onları esir edip hayatlarını, ruhlarını zapt etmektedir. Daha sonra İngiliz’leri düşünür ve İspanyol’ları, Almanları hatta Belçika ve Portekizlileri en sonunda da İtalyan’ları düşünür. Hepsi aynıdır. Kenan Bey yıllarca ruhunu zapt eden bu toplumun, Avrupalıların naçiz bir kulu, hizmetçisi olduğunu düşündükçe kahrolmaktadır. Düne gelinceye kadar kendisine bile Türküm demeye sıkıldığını ve bu memlekette kendisi gibi tarihinin büyüklüğünü, mazisinin şerefini, dedelerinin şanını bilmeyen, inkâr eden, milliyetinden uzak ve hatta utanan ne kadar Avrupalılaşmış renksiz olduğunu düşünerek yürür. Evine gitme düşüncesinden uzaktır. Şuursuz bir şekilde Splandi Palas’ın önüne gelir. Bir odaya çıkar ve yatağa uzanır. Yaşadığı olaylar onu şaşırtmış, mevcudiyetini perişan etmiştir. Hakaretin, tecavüzün, itisafın şiddetinden ansızın uyanan millet, İtalyan mektebinin, acentasının, hastanesinin, hatta konsolosluğunun armalarını parçalamış, bayrak direklerini kırmış, sancaklarını yırtmıştır. Ne kadar İtalyan varsa şüphesiz kovulacaktır. İtalyan dostu görünecek bir Türk şüphesiz lanetler, nefretler, içinde tahkir olunacak, memleketten dışarı çıkarılacaktır. Başı ağrımakta başını arısından gözleri yaşarmaktadır. Yüzükoyun döner, gözünün önüne zevcesi, çocuğu, evi gelir. O hiç böyle bir günü düşünmemiş bu ana kadar mesut yaşamıştır. Avrupa’dan geldiği seneyi, gençlik ve bekarlık günlerini hatırlar. Bir İtalyan’la izdivaç etmek, hayatını birleştirmek ona doğal görünmüş, hatta iftihar edebilecek bir mümtazdık gibi gelmiştir. Gerçi Grazia ile evlenmek istediğinde Grazia’nın babası Kenen Bey’in Türk oluşandan dolayı bir barbar, bir medeniyet düşmanına kızını vermeyi şiddetle reddetmiştir. Daha sonra ise gerek kişisel menfaatlerini gerekse kızıyla yaptığı bir konuşma sonrasında Kenen Bey’i Rumeli ve Anadolu’da Türk namı altında yaşayan on yedi milyon Rum’dan biri olarak değerlendirir. Hikâye, gençliğini Makedonya’da geçirmiş eski bir zabitin hatıralarından alınmıştır. Sene 1903, yer Pirbeçik, genç zabit halinden ve içinde bulunduğu ortamdan oldukça şikayetçidir. Bu duruma rağmen kendine verilen görevleri yerine getirmeye çalışmaktadır. Genç zabit, devamlı İstanbul’u düşünmekte, o güzel İstanbul günlerinde yaptığı hovardalıkları anmaktadır. Şu an içinde bulunduğu durumu o eski günlere ne kadar zıt olduğunu, çekilmez olduğunu düşünmektedir. Oysa kendisi Hayat-ı Askeriye ye başlamadan önce hayalinde mükemmel, muntazam, şık bir ordu vardır. Taburun tüfekçisi Agah Usta da genç zabitin bu durumu halinin farkındadır. Agah Usta bir akşam genç zabitin odasın gelerek ona bozuk İstanbul şivesiyle nasihatler vermeye başlar. Ona artık İstanbul hayallerini bir kenara bırakması gerektiğini Olayları fazla kafasına takmamasını, gerektiğinde gülüp geçmesini hatta akşamları gerektiğinde bir tek atmasını ve kendisinin de buna eşlik edebileceğini söyler. Agah Usta ayrıldıktan sonra genç zabit onun söylediklerinde doğruluk payı olduğuna kanaat getirir. Bir süre sonra genç zabitin Velmefçe taraflarındaki keşif görevine talip olur. Genç zabit kendisine verilen keşif görevi sırasında, düşmana ait boş erzak ambarları ve birkaç köyden toplanan yüz-yüz elli kadar silahtan başka bir şey elde edememişlerdir. Civarda bir çete olabileceği ihtimaline karşı müfrezesiyle birlikte köyde kalır.
İlk günler oldukça zordur. Yerleştiği kırık dökük, pislik içinde olan ev ve bulunduğu ortam adeta bütün mevcudiyetini yok etmiş, çaresiz bırakmıştır. Taki bir sabah penceresinden bakarken gördüğü Bulgar kızına kadar. Genç zabit bu kızdan çok etkilenir. Ona ilk görüşte âşık olmuştur. Yaşadığı bütün olumsuzlukları ona unutturmuş sanki aklını başından almıştır. Bütün her şeyi bırakıp uzaklara kaçmayı bile düşünmeye başlamıştır. Lakin kendisinin bir Türk zabiti olması, ailesini ve ülkesini kötü bir duruma düşmemesi için, uzaktan uzağa kendi içinde bir aşk yaşamaya başlar. Bulgar kızı da bu durumun farkındadır. Genç zabitin devamlı onu izlediğini ve gözetlediğini bilmektedir. Bulgar kızı da genç zabiti her gördüğünde şu şarkıyı söylemektedir.
‘Naş, naş
Çarigrad naş..
Raz-va-tri’
Bu şarkının kendisi için söylenen bir aşk şarkısı olduğuna inanan ve bundan çok etkilenen zabit şarkıyı kendince tercüme eder.
‘Seni çok seviyorum
Seni çok seviyorum
Balkanlar’dan Şıka’ dan
Aşıp geldim sana
Genç zabit şarkı sözlerini bu şekilde çevirdikten sonra, genç kızın söylediği şekilde mırıldanmaya başlayarak, kızın her geçişinde ona doğru söyler. Ne yazık ki genç zabit için ayrılık zamanı gelmiştir. Askerler manastıra geri çağrılmaktadır. Oysa genç zabıt güzel Bulgar kızıyla bir tek kelime bile konuşamamıştır. Ona bu şekilde veda etmeden gitmek istemez. Çantasında hiç kullanmadığı kolonyayı gideceği sabah hancının çırağı ile göndermeye karar verir. Böylece genç zabitin gönderdiği hediyeyi genç kız ne reddedebilecek ne de teşekkür edebilecekti. O sabah zabit pencereden dışarı baktığında güzel kızı göremez. Yine de çırağı yanına çağırır ve hediyeyi tarif ettiği kıza teslim etmesini söyler, çırakta ona kızın adının Rada olduğunu söyleyerek odadan ayrılır. O sırada hancı içeri girer ve zabitin toplanmasına yardımcı olmaya başlar. Artık zabıt dayanamayarak Rada’ yı tanıyıp tanımadığını sorar. Hancıda kendisini pek tanımam, ama babası iyi adam değildi, kilisede papaz iken kalktı bir gün komite oldu, geçen senede Velmefce’ de vuruldu diye cevap verir. Zabit daha sonra o çok merak ettiği şarkı sözünün manasını sorar. Alacağı cevap onu yıkacak, kendisinden nefret etmesine neden olacak vicdanını rahatsız edecektir. Aşk şarkısı zannettiği şarkının Türkçe karşılı şudur. ‘Bizim olacak, bizim olacak İstanbul bizim olacak’
HÜRRİYET BAYRAKLARI
Hikâyenin kahramanı olan Türk, sıcak ve yorgun geçen bir günün akşamında Demir Hisar’dan Cuma’yı Balâ’ya gelerek bir otele yerleşir. Sabahleyin zurna ve davul seslerine karışan naralar, türkülerin gürültüsü ile uyanır. Gerinirken, bu kansız ve hakikate ancak manasız alkış tufanlarından ibaret olan zavallı düzme Türk inkılabının ikinci senesi olduğunu hatırlar. Milli bir bayram olduğunu “Lakin, acaba hangi milletin bayramı? “Diye düşünerek kalkar. Pencereden bakar, dışarıda karmakarışık bir kalabalık, kaynaşarak gitmektedir. Bulgar dükkanları açıktır. Sahipleri bu diyara yeni gelmiş hâkim yabancılar gibi önlerinden geçen sırma cepkenli Türk delikanlılarına gülümseyerek bakmaktadırlar. Bir süre bu geçiş törenini, On Temmuz kutlamalarını izler. Dalmıştır, Türkiye’nin, vatanının, bu mutlaka öleceğine iman edilen hasta adamın hayatını düşünür, yeise pek benzeyen acı bir hisle bütün zihniyetinin büzüldüğünü, işlemez bir hale geldiğini duymaktadır. Odanın kapısı açılır, Rum otelci atlarının hazır olduğunu söyler. Razlık’ a gidecektir. Giyinir, yola çıkar. Bir saat sonra Papaz Bayır’ını çıkan dik yokuşu tırmanmaktadır. Atından iner, tepeye çıkar. Biraz ileride bir atlı görür, kılıcının parıltısından bir zabit olduğunu anlar. Oda dinlenmektedir. Yanına gider. Türkiye’de takdim ve takat dümebinced olmadığına Selam verir. Nereye gittiğini sorar. Gülümseyerek cevap verir.
‘Razlık’a efendim siz?’
‘Ben de’
‘O halde beraber gideriz’
Konuşmaya başlarlar. Konu politikadan açılır. Kahramanımız On Temmuz’un buralarda bile takdir olunduğunu söyler. Mülazım kahramanımızın hayretine canı sıkılmış gibi bir tavırla ‘On Temmuz’u takdir etmek…’ bu da lafımı? Bu bizim en büyük en şanlı günümüz, en mukaddes milli bayramımız keşke bir gün yerine üç gün olsa der. Kahramanımız iddiaların aksini söyleyerek asabi münakaşacıları kızdırmak hoşuna gittiğinden ilave eder.
‘Hem bu nasıl milli bayram? Hangi milletin bayramı?’
‘Osmanlı milletinin….’
‘Osmanlı milleti demekle Türkleri mi kastediyorsunuz?’
‘Hayır, asla … Bütün Osmanlıları… ‘
‘Bütün Osmanlılar kimlerdir?’
‘Tuhaf sual! Araplar, Arnavutlar, Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, Ulahlar, Yahudiler,
Ermeniler, Türkler…Hasılı hepsi…’
‘Bunlar demek hep bir millet?’
‘Şüphesiz…’
‘Fakat ben şüpheliyim’ der.
Bu mümkün değildir ve bu imkânsızlık nasıl riyazi ve bozulmaz bir kaide ise birbirlerinden tarihleri, ananeleri, meyilleri, müesseseleri, lisanları, mefkureleri ayrı milletleri cemedip hepsinden bir millet yapılamayacağını, bunları bir sayıp Osmanlı demesinin yanlış olacağını söyler Mülazım şaşırmıştır. Onun şüphesiz ilk defa işittiği, bu kadar basit ve adi bir hakikaten şaşalamasını sersemliğe çevirmek için sözlerine devem eder. Osmanlılık kelimesinin düveli bir tabirden başka bir şey olmadığını, Rumların, Bulgarların, Sırpların, bütün o eski esirlerimiz olan bugünkü uyanık milletlerin, Türker’den intikam almak ve kendi öz kardeşleriyle, Balkan hükümetleriyle birleşmekten daha tabi daha makul, daha haklı mefkureleri olmayacağını anlatır. Lakin mülazım anlamadığını, gözlerinden, birden coşmasından anlaşılmaktadır. Mülazım ‘sizinle münakaşa edemem’ der. Çünkü fikirlerimiz taban tabana zıt…! Ayağa kalkarlar, atlarını yedeğe alarak yürümeye başlarlar. Bir süre sonra mülazım ‘ah, bakınız azizim…’ diye haykırır, ‘bakınız işte Osmanlılığın şahidi’.
Parmağıyla bin metre kadar ileride uçurumlu bir yarın kenarındaki küçük bir Bulgar köyünü gösterir. Köydeki sallanan kırmızı kırmızı hürriyet bayraklarının bugünkü Osmanlıların birbirleriyle en samimi ve hakiki kardeş olduklarını dünyaya anlattıklarını, bu mukaddes On Temmuz gününü alkışlayan kırmızı bayrakları gösterir. Bulgar köyündeki insanların, Osmanlı vatanına düşmanlar hücum ettikleri zaman kendilerinden önce onların koşacaklarını, Osmanlılık namına kanlarını dökeceklerini savunur. Kahramanımız kendini tutamaz ve ‘Bu Bulgar’lar ha?! der.
‘Evet bu Bulgarlar en sadık Osmanlılardır. Komitacılarla hiç münasebetleri yoktur. Fakat siz mutaassıpsınız inanmazsınız. Daha sonra yollarından bir buçuk saat kaybedecek olmalarına rağmen kahramanımız mülazımın ısrarlarına dayanamaz ve köye gitmeye karar verirler. Köye geldiklerinde mülazımın en sadık dost dediği Bulgar’larına, tam aksine vurdumduymaz tavırları, hain ve kızgın bakışları ile karşılaşmışlar ve en önemlisi de mülazımın hürriyet bayrakları sandığı şeylerin aslında hava aldırmak üzere güneşe asılmış kırmızı biber dizeleri olduğunu şaşkınlık ve acı içinde görmüşlerdir.
KİTABIN ANAFİKRİ
Türklük, Türkçülük ve milli benlik fikridir.
KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
KENAN BEY; Avrupa’da çalışan bir mühendistir. Sonuçta Avrupa’ya gittiği için pişman oluyor. Vatanı seven bir kişidir.
GRAZİA; Güzel ve kendi kültürüne bağlı bir kadındır. Kenan bey’in eşidir. Türklerin düşmanı olarak sayılır.
PRİMO; Kenan beyin oğludur. Türk olduğunu için gurur duyardı, fakat Türkçe konuşmayı ve Türk kültürünü bilmedi. Kenan beyin etkisiyle kendi kültürünü sarılıyor.
YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ
Ömer Seyfettin; Gönen’de, 11 Mart1884′te doğdu. Dağıstan’dan göçen bir Türk ailesinin çocuğu olan Ömer Şevki Bey’in oğludur. Dört yaşında mahalle mektebine verildi. 1892′de İstanbul’da Yusuf Paşa’daki Mekteb-i Osmani ’ye kaydoldu. 1893 yılında Eyüp semtindeki Askeri Rüştiye’de subay çocukları için açılan özel sınıfa nakledildi.
Ömer Seyfettin’in Eserleri
Roman:
- Ashâb-ı Kehfimiz (1918)
- Efruz Bey (1919)
- Yalnız Efe (1919)
- Kaşağı
- Falaka
- Diyet
- Pembe İncili Kaftan
- Perili Köşk
- Yüksek Ökçeler
- Topuz
- Üç Nasihat
- Yüz Akı
- Forsa
- Ferman
- Kütük
Öykü:
- Harem (1918)
- Yüksek Ökçeler (1922, 1988)
- Gizli Mabed (1923, 1988)
- Beyaz Lale (1938)
- Asilzâdeler (1938)
- İlk Düşen Ak (1938, 1980)
- Mahçupluk İmtihanı (1938, 1982 bir oyun da içerir)
- Dalga (1943, 1952)
- Nokta (1956)
- Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür (1958)
İnceleme:
- Milli Tecrübelerden Çıkarılmış Ameli Siyaset (1912)
- Yarınki Turan Devleti (1914)
- Türklük Mefkuresi (1914)
- Türklük Ülküsü (ilk 3 kitap birarada ölümünden sonra, 1975)